menu
Stacks Image 2695


BİSİKLETLE EDİRNE’DEN İZMİR’E
Sahil Boyundan Kuzey Ege Yolculuğu


Dünyayı ilk kez ziyaret eden uzaylı bir kaşif olsam, Hollywood’un iddia ettiğinin aksine, dünyada ineceğim ilk yer; sanırım kadim üç kıtanın kesişim noktası Türkiye olurdu… Uzaylılar için bile HerŞeyDahil turizmin bir numarası olmaya aday ülkemde yok yok yeminle… Kuzey Ege Bisiklet Yolculuğuma başlamak için İstanbul’dan sadece üç saatlik kısa bir yolculuk yaptım ama yine bambaşka bir dünyaya düştüm. Trakya-Ege şivesi, Çingene şakıması, Ayçiçeği denizleri, Zeytin ormanları, deniz türküleri, yurdun dört bir yanından ekmeğini aramaya gelmiş her tipte insan, sayısız iklim, envai çeşit coğrafya, muhteşem yemekler, modern hayatın kafası karışık ben bilirimciliği yerine binlerce yıllık tecrübelerden süzülüp gelen kristal gibi duru taşra bilgeliği… Bugüne kadar çok yer gezdim ama oralarda görüp de burada olmayan hiç bir şeye rastlamadım. Üstelik bunların hepsi harikalar diyarı ülkemizde dip dibe yaşıyor. Hem yurt dışında hem de Türkiye'de yaptığım her keşif yolculuğundan sonra daha da bir emin oluyorum ki: Dünyanın en çeşitli coğrafyalarına ve en zengin gen havuzuna sahip, en eğlenmeye amade ve üstelik de en yedi-yirmidört sürprizlerle dolu yerinde yaşıyorum…

Stacks Image 2697

Evet… Uzun Avustralya geçişimden beri neredeyse altı ay geçti ve bu kadar uzun süredir bisiklet turu yapamadığım için oldukça huzursuz hissediyordum. Özellikle sıcak yaz ayları, tatil vs yüzünden bir türlü uzun bir tur yapamamanın verdiği gerginlikle son bir kaç haftadır yeni rotalarla uğraşıp durdum.

İlk aklıma gelen uzun zamandır yapmak istediğim Hakkari-Edirne Trans-Türkiye geçişi idi. Eylül ayının ilk üç haftasını gözüme kestirmiş, Ağustos’un ikinci haftasından itibaren de hazırlık sürüşlerine başlamıştım. İki haftalık testere dişi formatında ve giderek yükselen bir tempoda hazırlık sürüşlerinin ardından Ağustos ayının son haftasını dinlenerek geçirip, Otuz Ağustos’tan itibaren de Hakkari-Yüksekova-Esendere sınır kapısından başlayıp Edirne-Kapıkule’ye kadar bisiklet sürmeyi planlıyordum. Uğruna ne savaşlar verilmiş rengarenk coğrafyamızı baştan başa geçerek zihnimde yeni baştan yaratmak fikri beni oldukça heyecanlandırıyordu.

Bu projemi duyan profesyonel fotoğrafçı ve çocukluk arkadaşım Murat Pulat, beni takip ederek amatör bir bakış açısıyla fotoğraflamayı teklif edince, önce biraz düşündüm ama ardından değişik bir tecrübe olabileceği fikri ağır bastı ve kabul ettim.

İlk bakışta zamanlamayla ilgili Murat’ın da herhangi bir sorunu olmadığı için hazırlıklara olduğu gibi devam ettim. Fakat maalesef Ağustos ayının sonlarına doğru Murat’ın acil bir burun ameliyatı olması gerekince ve buna rağmen hala benimle gelmeyi çok istediğini söyleyince, ilk zamanlamamızın artık imkansız hale gelmesi yüzünden bu projeyi bir başka bahara bırakıp, azami bir hafta sürecek daha kısa bir yolculuk yapmaya karar vererek çalışmalara başladık.

KIRIK DİŞ


Çeşitli zamanlarda İzmir’den Adana’ya kadar Ege-Akdeniz sahilleri boyunca sürüş yapmıştım. Ve ne zaman haritaya baksam Yunanistan sınırı ile İzmir arasındaki sahil boyu kırık diş misali sırıtıp duruyordu. Dolayısıyla Batı-Güney Sahili rotasını tamamlamak için bu yolculuğa karar vermemiz hiç de zor olmadı.

Hazırlıklar sırasında video çekmeye de karar verince kız kardeşim Evrim de amatör kameraman olarak ekibe dahil oluverdi. Planımız basitti: Karayel’i arabaya yükleyip Yunanistan sınırındaki kıyı kasabası Enez’e gittikten sonra, ben oradan bisikletle İzmir’e devam ederken Murat ve Evrim arabayla beni takip ederek çekim yapacaklardı. Ardından da yine Karayel’i arabaya yükleyip İstanbul’a dönecektik.

Sayılı günler hazırlıklar vs ile çabucak geçip yola çıkmak için belirlediğimiz Cumartesi günü gelip çattı… Sabah beşte uyanıp, önceki geceden hazırlayarak arabaya yerleştirdiğimiz eşyalarımızı ve Murat ile Evrim’i alıp yola düşmem altı buçuğu buldu. Cumartesi günüydü. Karşıya geçip İstanbul trafiğinden bir an önce kurtulmam gerektiği için biraz gergindim ve acele ediyordum.

Neyse ki bir sorun yaşamadan kendimizi İstanbul dışında buluverdik. Çok güzel bir sabahtı. Güneş pırıl pırıl parıldarken, Karayel’in kendisi tepemizde, gölgesi ise kah yanımızda, kah arkamızda, kah önümüzde otoyolda akıveriyorduk.

VALLAHİ ARABA DAHA YAVAŞ

Akıveriyorduk ama ben bir an önce bisiklete binip asfalta çıkmak istiyordum. éHeyecanımdan olsa gerek yol bir türlü bitmiyor!” diye düşündüm. Ama biraz daha düşününce tek sebebin bu olmadığının farkına vardım. Uzun zamandır bilinçaltımda olgunlaşmakta olan bir düşünce aniden aklıma düşüverdi. Size çok garip gelebilir ama, araba ile yolculuk ettiğimde yol bisiklete göre daha uzun geliyor, bir türlü bitmek bilmiyor. Bunu açıklamak gerçekten çok zor ama şöyle bir örnek verdiğimde daha iyi anlayacaksınız. Çocukluğunuzu, ve çok sevdiğiniz bir oyunu oynadığınızı düşünün. Ben çocukken saatlerce futbol oynasam bile bana yalnızca beş dakika geçmiş gibi gelirdi. Ama eve gelip de babamla birlikte televizyonda beş dakika futbol maçı izlemek zorunda kalsam sanki beş saattir izliyormuşum gibi bir hisse kapılırdım. İşte bisiklet üzerindeyken aldığım yol ne kadar uzun olursa olsun tamamen olayın içinde olduğum için bana beş dakika gibi gelirken, aynı yolu araba ile giderken zaman bir türlü geçmiyormuş gibi oluyor… Aslında bunu hayatımızdaki diğer tüm etkinliklere de uyarlamak mümkün! Ne zaman bir etkinliği içinde yaşayarak bilfiil yapıyorsak vakit çok güzel geçiyor. Ama maalesef bugünlerde herkes bütün etkinliklerini televizyon, sosyal medya vs üzerinden ihale etmekle meşgul…

Dönüp dolaşıp aynı soruya gelmeden edemiyorum: “İnsan gerçeği varken, neden taklidini yaşamak ister ki ?!”.

EKİP MUHABBETİ: ACABA?

Neyse biz hikayemize dönelim. Turlarımı genelde yalnız yaptığım için, hissettirmemeye çalışsam da merakla karışık bir gerginlik içindeydim. Gerçi biri kız kardeşim, diğeri de çocukluk arkadaşım olduğu için bir rahatsızlık duymuyordum. Üstelik ikisi de çok eğlenceliydiler. Ayrıca bu yolculuğa karar vermemdeki en önemli sebeplerden birisi de: Hayatımda büyük yerleri olan bu iki kişinin bu sıra dışı yolculuk esnasında beni, daha doğrusu görmedikleri, bilmedikleri yönlerimi daha iyi tanıyacaklarına olan inancımdı ki bu da hoşuma gidiyordu. Ama diğer yandan yolculuklarımın en önemli boyutlarından biri olan “Yalnızlığımı yaşayabilmek” kısmı eksik mi kalacak acaba diye endişelenmeden de edemiyordum.

Ben bu kafa karışıklığını yaşarken onların da gergin olduğunu hissedebiliyordum. Murat belgesel fotoğraf konusunda çok tecrübeli olmasına rağmen ilk defa böyle bir proje yaptığından ve konu fotoğraf olduğunda yaptığı her şeyi son derece ciddiye alan birisi olduğundan, Evrim ise her ne kadar asistan olarak sorumluluktan sıyırma şansını cebinde tutsa da, yine de yeterince tecrübeli olmadığından endişeliydi.

Ayrıca ne bir bütçemiz, ne de bir prodüksiyon ekibimiz vardı. Ben normal turumu gerçekleştirirken her şeyi kendimiz yapmak zorundaydık. Işıkçılar yerine yaratıcılığımızı kullanıp, doğal ışığı kendi lehimize kullanabileceğimiz en iyi noktaları tespit etmeli, mümkünse en güzel fonu da kareye dahil edebilmeliydik. Ayrıca yedek bir bisikletçi veya geri dönüşler olmayacağı için kaçırılacak fırsatların telafisi de olamayacaktı.

GEZGİN BLOGGER GEYİĞİ

Yol boyunca bunları tartışırken konu ister istemez sosyal medyadaki meşhur “Gezgin Blogger” geyiğine geldi. Daha önceden de bunun çok büyük bir üçkağıt olduğunu biliyordum ama böyle bir projenin içinde olunca insan nasıl da büyük bir palavra olduğunu çok daha iyi anlıyor. Muhtemelen seçtikleri bir iki gezginin peşine prodüksiyon ekibini takıp harika fotoğraflar, videolar çektikten sonra gariban takipçilerin kucağına bombayı bırakıveriyorlar: “Siz neden yapmayasınız?!”… Kusura bakmayın da babayı yaparlar…

Ama günahın büyüğü de takipçilerin aslında: Bütün dolandırıcılık hikayelerinin en eski ve en meşhur olanını yutuveriyorlar. Dolandırıcılığın altın kuralı: “Karşındakini kendisine kısa yoldan çıkar sağlayabileceğine inandır, gerisi kendiliğinden geliverir.”. Sanırım olup biten de şöyle bir şey.: Düşünülen; “Bir blogger olurum, hem dünyayı gezerim, hem para kazanırım, hem de keyfime bakarım.”, maalesef gerçekleşen ise; “Siteye üye olursun, promote edilen bloggerları yani aslında sitenin kendisini kalkındırır, sonra da başarısızlık hikayenle omuzların daha da düşmüş halde kalakalırsın.”. Sinir bozucu…

Her neyse bu can sıkıcı, daha doğrusu öfkelendirici düşüncelerin ardından tekrar kendi endişelerimize yoğunlaşıyoruz ve yolun nasıl geçtiğini anlamadan kendimizi bir anda Keşan’da buluyoruz. Bir karar vermem gerekiyor. Her ne kadar yolu iyi çalıştıysam da, Erikli’den sonra sahilden devam eden yolun durumunu bilmiyorum. Çok kullanılan bir yol olmadığı için büyük bir çekim hissediyorum. Ama yolun durumunu bilmediğim için ve yalnız başıma olmadığım için risk almak da istemiyorum. Üstelik arabamız da var. O yüzden direk başlangıç noktamız olan Enez kasabasına gitmek yerine, küçük bir lüks yaparak bisiklet ile gelmeyi planladığım sahil yolunu araba ile tersten giderek Enez’e varmaya karar veriyorum. Eğer yol iyiyse sorun yok ama kötüyse belki de sahil yerine karadan tekrar Keşan’a dönüp tura oradan devam etmem gerekecek.

Saros körfezine inip, Adilhan tabelasını görünce anayoldan sağa sapıyoruz. Başlangıçta yol fena değil. Soğuk asfalt ve yer yer çukurlar var. Bisikletle hızlı gidemeyebilirim ama en azından geçilmeyecek kadar kötü de değil. Hem sahilin manzarası da bu kayıpları kolayca telafi ettireceğe benziyor.

Bir kaç kilometre sonra Adilhan’a varıyoruz. Genişçe bir meydanı olan tipik bir Trakya köyü. Meydanda bir kahve, bir masasında da oturan bir kaç kişi var. Birer çay söylüyoruz. Ben ardından masadakiler ile selamlaşıp yol hakkında bilgi almaya girişiyorum. Haberler pek iyi değil. Sahilden giden yolun bir kaç kilometre sonra bozulduğunu ve Mecidiye köyüne kadar da düzelmediğini söylüyorlar. “En iyisi geri dönüp Keşan üzerinden gidin” diye akıl veriyorlar. Haliyle biraz canım sıkılıyor. Ama öyle kolay kolay vazgeçmeye de niyetli değilim. Çayları içtikten sonra geri dönmek yerine yine de yolu görmeye karar veriyorum.

GÖKÇETEPE MİLLİ PARKI

Bir süre sonra yol giderek bozuluyor. Ve Gökçetepe’den sonra artık Karayel ile geçmemin imkansız olduğu bir hale geliyor. Haritayı kontrol edip alternatif bir yol arıyorum. Kahvedekilerin bahsettiği bir başka yol aklıma gelince Gökçetepe’den Kuzey’e dönüp Pırnar üzerinden Çeltik köyüne ulaşmaya çalışıyoruz. Fakat bu çabamız da yarım saatlik bir vakit kaybından başka bir şeye yaramıyor. Geri dönüp, uyarılara rağmen Gökçetepe’den Mecidiye köyüne gitmeye karar veriyoruz.

Ve gergin saatler başlıyor. Yol, bırakın bisikleti araba için bile çok kötü. Murat ve Evrim’in hafiften tırsmaya başladığını hissediyorum. Gerçekten çok bozuk bir yol ve gelip geçen kimse de olmadığı için biraz da ürkütücü. Üstelik git git bitmek bilmemesi bir yana, umut kırıcı bir şekilde giderek daha da bozuluyor. Yalnız bu arada itiraf etmeliyim ki son zamanlarda gördüğüm en güzel ve bakir kıyılardan geçiyoruz. Zaten nasıl ki deniz kestaneleri temiz denizlerin turizm canavarlarını uzak tutan sigortasıysa, bozuk yollar da aynı işlevi görerek bizim gibi tatil-konfor kardeşliğine pek pas vermeyenler için kıyıda köşede kurtarılmış bölgeler kalmasını sağlıyorlar. Çadırda kalmayı sorun etmeyenler için Gökçetepe Milli Parkı gerçekten muhteşem bir yer. Doğa sever herkese şiddetle tavsiye ediyorum…

Gergin geçen bir bir buçuk saatin ardından Mecidiye köyüne ulaşıyor, ve komik bir şekilde dünyanın en iyi asfaltlarından birisine çıkıyoruz. Güzel ülkem, gerçekten de sürprizlerle dolusun…

Güzel bir keşif yaptık ama bu sırada oldukça vakit kaybettik. Vakit öğleni geçti ve sürüş saatlerim giderek azalıyor. Sürüş programına sadık kalabilmek adına bir karar daha alıyor ve turun başlangıcını Ezine’den elli kilometre daha yakınımızda olan Erikli’ye almak zorunda kalıyorum.

Kaymak asfaltın üzerinde çabucak Erikli’ye varıyoruz. Ben üzerimi değiştirirken Murat ve Evrim de hazırlık yapıp çekimlerine başlıyorlar.

Önceki gün yaptırdığım Aborijin desenli tişörtümü giyip, kızım Cemre’nin boyadığı alevli kaskımı da takıyorum. Ve işte yine hazırım. Daha tura başlamadan kendimi çok iyi hissetmeye başladım. Hava çok sıcak. Çok kıymetli sürüş saatlerini kaybettiğim için bu saatlerde dinlenme lüksüm de olmayacak. Ama olsun. Yola çıkıyorum ya, gerisi vız gelir, tırıs gider…

1.GÜN / ERİKLİ-ÇANAKKALE / 142 km yol - 1.100 mt irtifa

İlk pedalla birlikte o özgürlük duygusu içime akmaya başlıyor. Ve aldığım her metre yol ile sanki daha da hafiflediğimi ve giderek uçmaya başladığımı hissediyorum. Önce vücudum uyanıp kendisini yeniden doğmuş gibi duyumsamaya başlıyor, ardından zihnim de onu takip ediyor. Beş dakika içinde ister istemez gülümsemeye başlıyorum…

MELEKLE ŞEYTAN

Çok ilginç, modern şehir hayatı içimdeki açgözlü ve bencil şeytanı beslerken, bisiklete binip doğaya çıkmak sanki içimdeki meleği ortaya çıkarıyor. Yolda bu saptamamı Murat’a açtığımda o da benzer şeyler hissettiğini; zor ortamlarda da olsa geceli gündüzlü çalıştığı fotoğraf projeleri boyunca ihtiraslarının azaldığını, yemek, içmek, eğlence, karşı cins, alışveriş, para, pul vs gibi egoyu geçici olarak tatmin edip, sonra yine başladığı yerde üstelik başladığından daha da tatminsiz bir şekilde ayılmasına sebep olan bağımlılıklardan hiç birisinin aklına bile gelmediğini söylemişti… Ben de aynen öyle hissediyorum işte. Bir kere yola düşüp, hem bedenen, hem de zihnen meşgul olmaya, enerjimi harcayıp tatmin olmaya başlayınca, şehirdeyken peşimi bırakmayan irili ufaklı tüm o bağımlılıklar aklıma bile gelmiyor… Al sana bir özgürlük daha…

Erikli güzel bir yer. Çok uzun ve derin bir kumsalı var, üstelik neredeyse kimsecikler de yok. Karayel ile birlikte bu doğal huzur ortamında kayıp giderken ruhumun derin bir nefes aldığını hissediyorum.

Sağımda koca kumsal alabildiğine seriliyken, solumda da sanki ona nispet yaparcasına Ayçiçeği tarlaları uzanıyor. Yol ise gerçekten çok güzel. Tabiri caizse tam kaymak gibi asfalt. Hava biraz sıcak ve tam öğle saatinde sürmek zorundayım ama bu hiç de canımı sıkmıyor. Yollardayım ya, nasıl olsa her şeyin bir çaresi bulunur…

Murat ve Evrim arkamda kalıp Erikli’de çay molası vermişlerdi. Yirmi kilometrelik bir sürüşün ardından arabayla yanımdan geçiyorlar. İleride uygun bir yer bulup beni bekleyecekler sanırım. Benim için yapacak bir şey yok. Sürmeye devam ediyorum.

Derken deniz kenarından ayrılıp içerilere doğru yöneliyorum. Sahil yolu kötü olduğu için Keşan’a gidip, oradan Gelibolu yönüne dönerek Saros körfezinden önceki dağları aşmam gerekiyor.

Yol genelde düz. Ara sıra çok hafif ve kısa rampalar çıkıp iniyorum. Yolun iki tarafında da ekilmiş tarlalar var. Ve genelde buraların iki ağır topu Ayçiçeği ve Mısır ile dolu. Şansıma bir iki bulut güneşin yakıcılığını kesiyor ve çok da zorlanmadan ilerliyorum.

Bir virajı alınca ileride Bizim ekibi görüyorum. Biri yolun sağında diğeri solunda vaziyet almış beni bekliyorlar. Hiç istifimi bozmadan hızla geçiyorum yanlarından. Hafiften merak ediyorum “Acaba ne yaptılar” diye ama hepsi o…

Sakin bir sürüşün ardından, pek de sıra dışı bir şeyle karşılaşmadan Keşan’a varıyorum. Murat ve Evrim benden önce gelip sapakta konuşlanmışlar. Önce bir poz geçişi yapıp ardından geri dönüyorum. Dağlara tırmanmadan önce yakıt almam, yani bir şeyler yemem lazım. Bizimkilerle konuşup ilerideki ilk mola yerinde durmayı kararlaştırıyoruz.

ÇANAKKALE DOMATESİ

Çok sürmüyor, duble yolda beş kilometrelik bir sürüşün ardından mola yerine varıyoruz. Güzel bir yer, üstelik binanın arkasında yolun hay huyundan uzak kocaman bir de bahçesi var. Gözleme ve salata istiyoruz. Gözleme güzel ama salatanın lezzetini tarif etmek çok zor. Öyle ahım şahım değişik bir şey değil, bildiğiniz çoban salatası ama, iki ana malzemesi; domatesi ve zeytinyağı muhteşem. Zaten Çanakkale domatesiyle, Ege de zeytinyağıyla meşhurdur ya, bir kez daha niye öyle olduğunu anlayıveriyoruz. Başka bir şeye gerek yok, biraz taze ekmekle bolca bu salatadan olsun yeterli hem karnımızı hem de nefsimizi tıka basa doyurmaya.

Gözlemeyi mideye indirip, salatayı kaşıklarken komi çocuk yanaşıveriyor hemen; “Abi yolculuk nereye?” diyerek. İzmir’e gidiyorum deyince sohbet koyulaşıveriyor haliyle. Adı Hasan. On dört on beş yaşlarında. Erzurum’dan gelmişler buralara ekmeklerinin peşinden. Ama her zaman şaşırdığım şekilde, hiç de garip kaçmıyor bu memleketinden bin küsür kilometre uzak yerde. Güzel yurdumda kim nereye giderse gitsin garip kaçmıyor ya, son derece mutlu oluyorum dünyayı gezerken tanık olduğum onca ırkçılıktan sonra. Kim ne derse desin, gerçekten de medeni benim memleketim. Ama öbür adı maddi zenginlik olan öyle çakma medeniyet değil benim bahsettiğim, bin yıllardır üzerinde yaşanmış topraklar olmanın bahşettiği doğuştan genlerimizle geliveren bir medeniyet. Ne zengin ülkeler gördüm kendilerine medeni demelerine rağmen sokaklarında insanların açlıktan öldüğü ama çok şükür benim fukara sayılan memleketimde böyle bir şeye tanık olmadım hiç…

Sohbet tatlı ama tabi yola koyulmak gerek. Sabahki keşif macerası yüzünden zaten programın gerisinde olduğumuz için, istemeyerek de olsa Hasan ile vedalaşıp yeniden yola düşüveriyorum.

Yol çok güzel ve trafik de o kadar yoğun değil. Derken ileride dağların siluetleri belirmeye başlıyor. Saros körfezine inebilmek için dört yüz rakımlı o tepeleri aşmam gerekiyor. Yakıtımı aldım. Keyfim de yerinde. O zaman değil dört yüz, dört bin olsa kaç yazar. Bu düşünce ile daha da bir basıveriyorum pedallara sağımı solumu çepeçevre kaplayan ve msi gibi kokan çam ağaçlarının arasından.

Eğim giderek artmaya ben de giderek kendimi unutmaya başlıyorum. Akarcasına sürüş yerini yavaş ama hep aynı tempoda neredeyse bir zikir ayinine bırakıyor. Nefesimin sıklaştığını, bacaklarımın yanmaya başladığını hissediyorum. Kulağa can sıkıcı geliyor ama güzel olan şu ki; her ne kadar ciğerlerim ve bacaklarım “ben”mişim gibi dursalar da, “asıl ben kim?”, onlara devam etmelerini söyleyen şey. O yüzden ben dur diyene kadar durmayacaklarını da çok iyi biliyorum. İşte bunu bilmek müthiş bir özgüven yaratıyor. Böyle anlarda kendimi her şeyi yapabilecek kadar güçlü ve bu yüzden de dünyanın en özgür insanıymış gibi hissediyorum. Harika…

NE EL ETCEM YA?!

Bu hislerle yavaş yavaş rampayı tırmanırken ileride başka bir bisikletli görüyorum. Çadır, uyku tulumu vs… Donanımı baya yüklü. Benim gibi “Hafif ve Hızlı” takılanlardan değil. Ağırlıktan yorulmuş olmalı ki, aşağı inmiş bisikletini ite ite gidiyor.

Beni farkedip hafifçe irkiliyor. Sonra gülümsüyor. Merhabalaşıyoruz. Adı Günay. Otuz yaşında ya var ya yok. Sanırım pek deneyimli değil. Kırklareli’nden gelip Çanakkale’ye gidiyormuş. “Bir sorun var mı?” diye soruyorum. “Yok ama yoruldum” diyor. “Merak etme, rampanın yarısındayız, bundan sonra da Çanakkale’ye kadar rampa yok.” diyorum, seviniyor. Çok yorulmuş olmalı ki; “Gerçekten mi?” diye garantiye almak istiyor, “Evet” diye onayladığımda iyice rahatlıyor. “İte ite çıkarsın, sorun yok diyorum.”. Kafa sallıyor. “Yeterince suyun var mı?” diye soruyorum. Yine kafa sallıyor. “Biterse çekinme, yoldakilere el et.” diyorum. “Ne el etcem ya, küfredip duruyorlar zaten!” deyince şaşırıyorum. “Moralini bozma. Bir iki kendini bilmez denk gelmiş sana. Normalde yardım ederler.” deyince; “Hadi ya” deyip biraz daha rahatlıyor. Telefon numaramı verip, ihtiyacı olursa aramasını, eşliğimde bir araba olduğunu, yardım edebileceğimi söyleyince iyice rahatlıyor. Kısaca gülüşüp ardından helalleşiyoruz ve tekrar rampamla baş başa kalıyorum.

O zikir halimle ne kadar sürdüğünü anlayamadan doruğa varıyorum. Murat ve Evrim beni bekliyorlar. Bir iki çekim ve kısa bir su molasının ardından sıra inişe geliyor.

Tek başına bisiklet inişi zaten çok güzel bir şey ama, onca rampa çıkışının üstüne daha da bir güzel oluyor. Bir yanda engeli aşmış ve görevini tamamlamış olmanın verdiği iç rahatlığı, diğer yanda aşağıda pırıl pırıl parlayan Ege denizine doğru hızla yol almanın verdiği lunaparkları çağrıştıran keyif duygusu gerçekten de hem paha biçilemez hem de tarif edilemez bir şey…

Doruğa ulaşmak için neredeyse bir saat tırmanmışken, tekrar Saros körfezi ile kucaklaşmam sadece bir kaç dakikamı alıyor. Buradan sonra Çanakkale’ye kadar yolda eğim neredeyse yok. Şimdiki zorluk ise pek tabi ki düz ova yollarının kankası rüzgar. Bu noktadan Evreşe’ye kadar yolun bir tarafı deniz, diğer tarafı ise uçsuz bucaksız Evreşe ovası. Ve tabi ki tam tahmin ettiğim gibi ovadan denize doğru sert bir rüzgar esiyor.

SANKİ BEN BEN DEĞİLİM

Yapacak bir şey yok. Kaderime razı olup, sükunet içinde pedallamaya devam ediyorum. Bu da turun bir başka öğretici anı. Kaderine razı olup, sükunet içinde pedal çevirmekten başka yapabileceğin bir şey olmadığını kabullenerek, kızıp, sinirlenip, küfretmek yerine, nefsini devreden çıkarıp gönül ferahlığı ile devam etmeni sağlayan tevekkül anlarından birisini daha tecrübe ediyorum. Sanki ben ben değilim; bu duygu o kadar hoşuma gidiyor ki…

Geç başladığımız için bugün yarım gün yol yapacağımızdan yüz kilometre civarı bir mesafe belirleyip akşamı çok güzel bir Ege kasabası olan Güneyli’de geçirmeyi kararlaştırmıştık. O yüzden ben sabırla ovayı aşmaya çalışırken, ekibi de kalacak yer bulmaları için Güneyli’ye gönderiyorum.

Artık güneş de alçalmaya başladı. Düz yolda yavaş yavaş ovayı geçip de Güneyli sapağına gelince ekibi arıyorum. Haberler pek iyi değil; odalar vs gereksiz pahalıymış… Bir karar vermek gerek. Neredeyse yüz kilometre yol geldim ama kendimi pek yorgun hissetmiyorum. Saatime bakıp kısa bir hesap yaptıktan sonra bizimkileri arayıp, Eceabat’a devam edip geceyi Çanakkale’de geçirmeyi öneriyorum. Karanlıkta bir saate yakın yol yapmam gerekecek ama yol o kadar da kalabalık görünmüyor ve ışık donanımıma da oldukça güveniyorum. Bizimkilerden de okeyi alınca Eceabat’a doğru yola koyuluyorum.

Yol düz ve hava da karanlık olduğu için pek kayda değer bir şey görmüyorum. Kilometreler birbiri ardınca akıyor ve Saat sekiz buçuk gibi Eceabat’a varıyoruz. Buradan feribota binip Çanakkale’ye geçecek, geceyi de orada geçireceğiz. Fakat feribot bit türlü kalkmıyor. O sırada fırsattan istifade bir sardalya-ekmek götürüyorum. Hem mevsimi hem de tam yeri, o kadar lezzetli ki anlatamam. Sardalyacı çocuk da yine yurdum insanı. O da kalkmış Çorum’dan ekmeğini ararken ta buraya düşmüş. Üstelik çoluk çocuk memlekette. “Allah yardım etsin.” diyorum ne diyeyim…

KIRMIZI ÇİZGİLER

Neredeyse bir buçuk saatlik bir beklemeden sonra boğazı geçip saat on buçuk civarında Çanakkale’ye varıyoruz. Feribottayken internetten bulduğumuz otel iskelenin hemen dibinde, çarşının da içinde. Sahibi Can gençten sıcakkanlı ve komik bir çocuk. Her zamanki gibi Karayel’i odama almakla ilgili ısrarım yine bazı polemiklere konu oluyor:

  • Bu benim kırmızı çizgim. Onu almazsan başka otele giderim.
  • Ne çizgin abi ?
  • Kırmızı çizgim!
  • Anladım abi. Abi burası Çanakkale, valla burada bişeycikler olmaz.
  • Farketmez, alıyor musun, almıyor musun ?
  • “Abi bak burda bi hırsız çingeneler va. Onlar da çalağlar ama ertesi güne emencecik bulup alıveririz, sen hiç merak etme.
  • Olmaz.
  • E o zaman bari aşağıda dükkanda dursun bisiklet.
  • Bisiklet değil, “Karayel”
  • Buyur abi ?
  • Boşver. Dükkanda da olmaz.
  • Sen bilirsin abi. Bak boşu boşuna çıkartcan odaya kadar o bisikleti.
  • Sorun yok ben çıkartırım…

Bu muhabbetin üzerine güzel bir duş. Üstüne bir de çarşıda güzel Türk kahvesi patlatınca artık yatma zamanı geliveriyor. Ve her zaman olduğu gibi daha yastığa başımı koyarken uykuya dalıveriyorum. İyi geceleeeer…


2.GÜN / ÇANAKKALE-BEHRAMKALE / 147 km yol - 1.900 mt irtifa

Tabi ki sabah çok çabuk oluyor. Saat altı buçuk. Gün altı kırk beşte ağardığı için çabucak hazırlanıp çıkmamız gerek. Hep söylediğim gibi uzun turlarda beni sınırlayan şey enerjimin ne kadar yettiğinden ziyade, kaç saat sürüş yapabildiğim. Hem tehlikeli olduğu için, hem de pek eğlenceli olmadığı için mecbur kalmadıkça karanlıkta yapılan sürüşleri tercih etmiyorum. Zaten önceki günün ilk yarısında da sürüş yapamadım, o yüzden bu günü iyi değerlendirmek istiyorum. Yolun durumunu iyi bilmediğim için ilk hedef olarak Babakale’yi belirledim. Ama daha fazla gidebilirsem tabi ki daha iyi olacak.

Her ne kadar bir an önce yola çıkmak istesem de, yolda gördüğümüz çay evi ve mis gibi kokan poğaçalar bir anda aklımı çeliveriyor. Aslında sabah sürüşe başlarken bir şeyler yemekten hoşlanmıyorum. Özellikle zorlu bir etapsa metabolizmam uyanana kadar vücudumdaki kanın yediklerimi hazmetmek için mideme gitmesindense kaslarıma akmasını tercih ediyorum. Ama yolun ilk kısmı olan Çanakkale Geyikli arası pek de zorlu olmadığı için, böyle bir lükse düşüveriyorum.

Alçak tabureler ve minicik masalarda hafif bir kahvaltı ediyoruz. Bizden başka bir kaç kişi daha var. Çoğu Anzak dedelerinin mezarlarını ziyarete gelmiş Avustralya’lılar ve onlara rehberlik eden Türk gençler. İçimden gidip Avustralya maceralarımı konuşmak geçiyor ama maalesef vaktim yok.

Poğaça çay ekürisini terk etmek çok zor geliyor ama yine de harekete geçiyoruz. Ufak bir çekim macerasının ardından, ekiple Geyikli yolunda buluşmak üzere anlaşıp yola düşüyorum.

NE KAA EKMEK, O KAA KÖFTE

Hava güneşli ama sabah serinliği çok güzel. Ufak tefek rampaları ine çıka gidiyorum. Bir süre sonra tüm heybetiyle Şehitler Anıtı da sağ arkamda yitiveriyor. Derken görünürde pek bir sebep olmamasına rağmen hava aşırı şekilde nemleniyor. Öyle ki; tişörtüm sırılsıklam olup, gözlüklerim buğulanıyor. Yine pek arzu edilmeyen bir durum. Nemli havada sürüş gerçekten de hiç eğlenceli olmuyor. Arkadaş, bu bisiklet sürüşlerinin derdi de hiç bitmiyor ki. Ama hayat da böyle değil mi zaten; “Ne kaa ekmek, o kaa köfte!”…

Yaklaşık otuz kilometrelik sırılsıklam bir sürüşün ardından Geyikli tabelasını görüp anayoldan sağa sapıyorum. Soğuk asfalt biraz yıpranmış. İdare ederim ama karşımdan esen rüzgar da katılınca ister istemez biraz yavaşlıyorum. Zaten dünden beri görmeye başladığımız rüzgar tribünleri baya bir endişelendirmişti beni. Sürekli yönlerini kesip, başıma neler geleceğini kestirmeye çalışıyordum. Genelde Kuzey ve Doğu yönüne dönük durdukları için rüzgarın lehime olduğunu düşünmüştüm ama, her ne kadar ana doğrultum Güney olsa da bu kadar kuvvetli rüzgarlarda yol doğrultudan azıcık şaşsa bile ilerlemek gerçekten oldukça zorlaşıyor… Anlaşılan bu turda rüzgarla işimiz var… Sineye çekip kabulleniyorum. Böylece her ne kadar anlık olarak canımı sıksa da, genel olarak bir dert olmaktan çıkıveriyor.

MAVİ-YEŞİL ZEYTİN AĞAÇLARI VE MASUM GÜNAHLAR

Aydınlık meydanlarındaki kahve masalarında kasketli amcaların oturduğu ufak tefek köylerden geçiyorum. Hepsi de son derece mütevazı ve bir o kadar da davetkar. Sanki; “Bırak büyük şehirin kavga gürültüsünü, topla tası tarağı buraya gel.” diyorlar. Araları beşer onar kilometre ya var ya yok, ve hepsi de zeytin ormanlarının içine saklanmış. İyice olgunlaşmış koca koca zeytin ağaçları. Nasıl da güzel bir renkleri var. Mavi desem değil, yeşil desem hiç değil. Hele bir de diplerindeki yeni kesilmiş buğdayların sarı sapları ie öyle güzel bir kontrast oluşturuyorlar ki… O an bir tanesinin gölgesine uzanıp, hayallerle karışık bir uykuya bırakmamak için kendimi güç tutuyorum.

Bu arada rüyada gibi habire Murat ile Evrim’in kurduğu pusulardan geçiyorum. Onların işi de zor gerçekten. Önden git, en iyi sahneyi bul, pusuyu kur, elin tetikte bekle. Söylemesi kolay da; sahneyi buluyorlar ışık terste kalıyor, ışığı uyduruyorlar bu sefer fon bozuluyor, tam onu da ayarlayacaklar; vızzzt diye ben geçiveriyorum yanlarından. Kulaklarımla duymuyorum ama içlerinden küfrederek bir sonraki pusuya doğru seyirttiklerinden eminim… “Biraz daha yavaşlayamaz mısın?” demek için içleri gidiyor ama, hem ne kadar zorlanıp hem de ne kadar keyifle sürdüğümü görünce cesaret edemeyip çözümü yeni stratejiler geliştirmeye çalışmakta buluyorlar.

Sanki onların bu derdine derman olacakmış gibi koca bir domates tarlası çıkıveriyor karşıma. Karşı koyamayıp duruyorum. Kırmızı kırmızı öyle baştan çıkarıcı duruyorlar ki. Bir, iki derken kendimi kaybediyorum. Bu nasıl bir lezzet… Sahibi helal eder inşallah. Göz hakkıdır deyip yiyorum ama etmezse de günah gelsin haneme sorun yok. Modern hayatın beter ihtirasları yerine, böyle masum günahlar için cehennemde yanmaya çoktan razıyım zaten.

Ben domatesleri götürürken arkamdan yetişiyorlar. Ama vakit kazanıp yeni pusular kuracaklarına onlar da dayanamayıp tarlaya girişiveriyorlar. Domates partisi yapıyoruz resmen. İstanbul’daki Bloody-Mary partilerine beş basar herhalde deyip gülüşüyoruz. Gerçi domates hep domates, üç kuruşa İstanbul’da da bulup yersin sorun yok ama, sen aynı sen olmuyorsun işte mesele orada…

Bu dopingin ardından rüzgarla ve soğuk asfaltla cebelleşmeye geri dönüyorum ama artık o kadar koymuyor. Nem de çekilip gittiği için keyfim yerinde. Islık çala çala Geyikli’ye varıyorum.

YOK YA, BURASI DİİLDİR

Evrim çok istiyordu Geyikli’yi görmeyi. Ata Demirer’in filmlerinden biliyormuş. Çok sıcak, sevimli ve şeker bir yermiş. “Sevgili kardeşim,” diyordum, “Etme eyleme,” diyordum, “Bu filmlere, dizilere, tatil fotoğraflarına, turizm medyasına vs kanmayın,” diyordum, “Gerçek Geyikli’de öyle içini ısıtacak senaryo hayatlar yok.” diyordum, “Hepsi hikaye.” diyordum, “Bir kamyon yapay ışıkla gelip, hem oyuncuların hem de mekanların sadece güzel yerlerini çekiyorlar, onun üstüne de bir ton fotoşap makyajı yapıyorlar,” diyordum, “Ondan sonra da sizin gibi ihtiraslarını gıdıklayarak büyük şehirde çalışmaya mahkum ettikleri garibanlara bu görüntülerle masturbasyon yapıyorlar…” diyordum, ama bir türlü anlatamıyordum… Bir musibet bin nasihattan iyiymiş hesabı Evrim de o sıcak havada medyatik standartlara göre son derece sıkıcı ve sıradan bir Anadolu kasabası olan Geyikli’yi görünce önce bir afalladı, sonra da; “Yok ya burası diildir, başka taraflarıdır, köyleri vs dir…” diyerek savuşturuverdi hayal kırıklığını. Sağlık olsun…

Kasaba öyle sıkıcı geldi ya, içine hiç girmeden rotayı doğruca sahile, Bozcaada feribotlarının kalktığı iskeleye çeviriyoruz. Yol yeniden kaymak asfalt oluverdi. Üstelik çift şerit bisiklet yolu da var. Ama tabi ki görünürde hiç bisiklet yok… Dört beş kilometre sonra İskeleye varıyoruz. Burada mola veririz, bir şeyler yer içeriz diye hesaplıyordum ama olan bir iki Cafe tarzı yer de pek durmaya değecek gibi değil. Aklıma hemen Geyikli çıkışında gördüğüm, Zeytin bahçesinden bozma Kahvaltıcı geliyor. İskelede hiç oyalanmadan oraya yollanıyoruz.

EKİBİN İŞİ ZOR

İyi ki de yollanmışız. Gerçekten de harika bir yer. Yemyeşil çimenlerin içinde zeytin ağaçları, altlarında da mesire yerlerinde görmeye alıştığımız ağaçtan masalar var. Günlerden Pazar olduğu için biraz kalabalık. Yaşlısı, genci, kadını, erkeği yurdum insanı keyifle kahvaltı ederken, etrafta hoplayıp zıplayan çocukların neşeleri ister istemez bana da bulaşıyor.

Sıkı bir kahvaltı ediyoruz. Her şeyin tadı mükemmel. Özellikle de içinde zeytinyağı olanların. O yemyeşil çimenler öyle cazip cazip bakıyor, canım öylesine uzanıp kahvaltının rehavetiyle biraz kestirmek istiyor ki… Kendimi tutuyorum; yol yapmam gerek. Ama bizim ekip bu cazibeye dayanamıyor. Bir de bakıyorum, ayak uçlarından doksan derece açı yapacak şekilde uzanıvermişler. E arabaları var ne de olsa, lükse konfora izin olacak tabi ki…

Kaderimi kabullenip, tekrar kendimi yola vuruyorum. Çimlerde uzanmak güzel de, yollarda kayarcasına gitmek, rüya görmek yerine dünyanın en güzel filmini kare kare ardımda bırakarak ilerlemek kötü mü sanki… Bak sen şu işe; yine mutluyum…

Hani mutlu oldum ya, e tabi bu böyle devam edemez. Önce tekerim patlıyor… Tamir edip tekrar yola düşüyorum. Bu sefer sıcak iyice ayyuka çıkıyor. Ardından Geyikli’den sonra girdiğim soğuk asfalt yol iyice beterleşiyor. Derken daha da kötüsü oluyor. Beterleşen yolu düzeltmek için yenilemişler. Ama ya dün, ya da önceki gün. Ziftin üzerine serdikleri mıcır taşları henüz tam yapışmamış, yapışanların da araları dolmamış. Hem gitmekte zorlanıyorum, hem hızım düşüyor, hem de sarsıntı yüzünden bileklerim aşırı zorlanmaya başlıyor.

YURDUM RAMPALARINDAN HAYAT DERSLERİ

Ve tam alışmaya çalışırken katmerlisi geliyor; kısa olsa da yüksek eğimli sayısız rampalar başlıyor. Sıcak hava, soğuk asfalt ve yüksek eğimli rampalar; yine bir “Üçü Bir Arada” doruğu tecrübe ediyorum. Durup bir su içeyim diyorum; bileklerimin ağrısından matarayı alıp ağzıma götürmem bir iki dakika sürüyor, üstüne üstlük suyu içemiyorum çünkü neredeyse kaynamış… Unutulmazlar listeme girebilecek yeni bir hatıra daha…

Yine anlıyorum ki sabır en büyük erdem ve yeterince zaman tanırsan aşamayacağın hiç bir engel yok. Yavaşlarsın, dinlenirsin, zik zak yaparak gidersin vs.. Ama şurası kesin ki; vaz geçmediğin sürece o yolu bitirirsin…

Yine kendimi böyle hipnoz ederek giderken sıkıntımı kesecek bir şey oluyor. Son bir iki saattir baya tırmandım ve artık platodayım. İleri de üç tane genç, iki motosikletin başında konuşup bir şeyler tartışıyorlar. Tam gülümseyerek yanlarından geçerken birisi el ediyor ve duruyorum.
  • Selamın aleyküm.
  • Aleyküm selam. Hayırdır gençler ?
  • Abi tornavidan var mı?
  • Var.
Deyince benimle konuşan çocuk diğerlerine dönüp; “Ben size dedim, bisikletçide vardır.” diye hava atıyor. Motosikletlerden birinin benzini bitmiş. Diğerinden takviye yapacaklar ama benzin hortumunu sökmek için tornavida lazım. Çoklu aletimdeki tornavidayı açıp veriyorum. Keyifle işe koyuluyorlar…
  • Bakın benim benzinim hiç bitmiyor.
Diye takılıyorum. Gülüşüyorlar. Birisi Mardin’li, diğerleri buralıymış. Mardin’li olana soruyorum burada ne yapıyorsun diye; “Hocayım” diyor. Sonra diğerlerine yardım etmeye dönüyor. Doğdukları yerler o kadar uzak olmasına rağmen öyle uyumla çalışıyor, öyle kanka görünüyorlar ki. Yüreğim genişliyor. İster istemez Avustralya turumda yol boyunca karşılaştığım en popüler sohbet konusu olan ırkçılık hikayelerini hatırlıyor ve bir kez daha böylesine güzel bir ülkede yaşadığım için içimden şükrediyorum…
  • Abi beklettik kusura bakma, normalde bizim sana yardım ediyor olmamız gerekirdi.” diyorlar mahçup mahçup.
  • Sorun yok gençler diyorum, bıyık altından gülerek… Anlıyorlar… Bir de fotoğraflarını çekip helalleşiyorum.

SAĞDAN AŞAĞI, OLEEEY

Yeniden zorlu yoldayım. Bu şartlarda bırakın daha ilerisini, akşama Babakale’yi bulmam bile zor görünüyor. Ama önceki turlardan biliyorum ki; asıl yavaşlatan şey hesabı kitabı bırakıp yola devam etmemezlik etmek. Gerçi o anda pek öyle görünmüyor ama biliyorum ki; sen yola devam ettikçe, hesap da kitap da senin lehine değişiyor.

Yine zorlu bir sürüşün ardından Tavaklı köyüne varıyorum. neredeyse yarı yoldayım. Meydanda in cin top oynuyor derken, biri bisikletinin üstünde iki çocuk görüyorum. Sıkılmış olmalılar ki beni görünce gözleri parlıyor. Yanlarından yavaşça geçerken; “Gülpınar’a nasıl giderim?” diye sorunca ikisi aynı anda atılıp; “Sağdan aşağı iskeleye in, sonra sola dümdüz..” diye bağrışıp bana el sallıyorlar.

“Sağdan aşağı” lafı gerçekten de kulağıma çok hoş geliyor. Baya yüksekteyim ve sanırım deniz seviyesine ineceğim. Ama hiç de düşündüğüm gibi olmuyor. Gerçi iniş zevkli ve tırmanmaya göre daha kolay ama, bozuk yolda fren yaparken vücudumun sızlayan bileklerime binen ağırlığı oldukça canımı yakıyor.

Saatlerdir tırmandığım tepelerden beş dakika içinde yine deniz seviyesine iniveriyorum. Ardından da sola dönüp devam… Buralar gerçekten nefis. Deniz ile iç içe Tekçam köyü sanırım gelecek yıl deniz tatilimizi geçirmek için geleceğimiz yer olmaya en büyük adaylardan birisi.

HIZLI ÇEKİM

Sağımda çam ağaçlarının gölgesinde ıssız kıyılar… Solumda yükselen çam ve zeytin ağaçlarıyla kaplı tepeler… Sessizlik… Hareketsizlik… Huzur… Yaşam sanki burada durmuş gibi. Yok yok aslında şöyle hissediyorum; aslında yaşam bu da, bizim yaşamakta olduğumuz sanki biraz hızlandırılmış gibi…

Asfalt hala düzelmedi ama yüzüm yine gülmeye başlıyor. Güneş de kavurganlığından vazgeçti sanki bu saatte. Yolum uzun, pedallara kuvvet… Uzun süre hiç bir şey olmadan sürüyorum. Ortamın sükuneti ve doğallığı ruhuma sızıyor, ve yol hiç bitmeyecekmiş zannederken önce Tuzla köyüne, ardından da Gülpınar’a ulaşıyorum.

Ekip beni kasabanın girişinde bekliyor. “Kasabanın içindeki yollar tamamen arnavut kaldırımı, hayatta gidemezsin.” diyorlar. Ses etmeyip Karayel’i arabanın üzerine yüklüyorum. Onca zorlu yoldan sonra üç beş dakika da olsa arabanın içinde gitmek hiç fena değil. Üstelik muz da almışlar…

Gülpınar çıkışında tekrar Karayel’e geçiyorum. Babakale’ye on beş kilometre yolum kaldı ama ne on beş kilometre. Kıvrıla kıvrıla devam eden bozuk asfaltı takip edip, önümdeki dev gibi görünen tepeleri aşmam gerek. Yapacak bir şey yok, terimi soğutmadan devam…

“Babakale’de yemek molası” diyerek kendimi motive etmeye çalışıyorum. Artık akşam olmak üzere. Hem acıktım hem de yoruldum. Ama diğer yandan da yol yapmak istiyorum. Eğer Babakale’ye vakitlice gidip, yemeği de fazla oyalanmadan yiyebilirsem, biraz karanlığa kalmak şartıyla otuz kilometre daha yapıp geceyi Behramkale’de geçirebilirim ki bu ertesi gün için çok büyük avantaj olur…

TIRMAN TIRMAN

Tırmanıyorum, tırmanıyorum… Tam herhalde bitti artık derken, hop yeni bir rampa daha çıkıyor. Çok moral bozucu… Ama sonunda hepsini bitirip Babakale İskelesine kadar iniyorum. Şu anda bence her şeyi hak etmiş durumdayım, ama çok oyalanmak da istemiyorum. Meydandaki kahve-lokanta karışımı yere oturup köfte, patates ve salata söylüyoruz. Biraz gecikiyor ama başlangıçta sabırsızlık eden biz, yemeklerin tadını alınca sesimizi kesiveriyoruz. Çünkü salata yine muhteşem…

Saat yedi olmuş bile. Hava sekizde kararıyor. Otuz kilometre yine rampalı yolum var. En iyi ihtimalle ortalama yirmi km/h hızla gitsem bile önümde bir buçuk iki saatlik yol daha var. Yani yaklaşık bir saat karanlıkta sürmem gerekecek. Bu arada soruşturunca Behramkale yolunun bozuk olduğunu öğreniyorum. Geriye tek seçenek kalıyor: Gülpınar’a dönüp, oradan devam etmek. Karayel’i arabaya yükleyip, vakit kaybetmeden Gülpınar’a dönüyoruz. Saat yediyi çeyrek geçe civarı hava kararmaya yüz tutmuşken yeniden sürüşe başlıyorum.

Bir süre tırmandıktan sonra tekrar platoda inişli çıkışlı bir sürüş tutturuyorum. Murat ve Evrim önümde bir yerlerde yine pusu kuruyor olmalılar. Derken bir rampanın sonunda onları görüyorum. Çekimin ardından peşime takılıyorlar. Yol o kadar ıssız ki benim adıma tırsmış olmalılar. Sürekli arkamdan geliyorlar. Arabanın farlarını yakıp, yolumu aydınlatmaları baya işime yarıyor. Ama artık gerçekten gerçekten çok yoruldum ve sınırlarımı zorluyorum. Neredeyse tükenmek üzereyim. Ve böyleyken hep olduğu gibi zaman farklı akmaya, bir türlü geçmemeye başlıyor…

Sonunda saat dokuz gibi Behramkale’ye varıyoruz. Karanlıkta pek bir seçeneğimiz olmadığından ilk gördüğümüz pansiyona dalıp, duşlarımız aldıktan sonra pansiyonun az yukarısındaki şirin bir kafede buluşuyoruz. Evrim ile Murat bilgisayar önünde çektikleri şeyleri aktarmaya çalışırken ben de mantı söylüyorum. E hakettim ama…

EN GÜZEL İLTİFAT

“Dut Ağacı Cafe” çok şeker bir yer. Bir karı-koca işletiyor. Yemekler de tıpkı ev yemeği gibi. Hele mantı süper. Keyifle yerken ahbap olmaya başlıyoruz. Ve tipik diyaloglar:
  • Nereden geliyorsun ?
  • Hadi Canım, o kadar yolu bisikletle mi geldin ?
  • Nereye gidiyorsun ?
  • Bisikletle mi ? yok artık !
vs, vs…

Ve ardından en sevdiğim şey oluyor. Deliliğim Cafe’nin sahiplerine de bulaşıyor. Çocukken bisiklete binmeyi ne kadar çok sevdiklerini hatırlayıp anlatmaya, ardından da; “Acaba yeniden bir bisiklet edinip sürsek mi?” diye planlar kurmaya başlıyorlar.

Uzun zamandır düşünüyordum; “Bisiklet turlarımı yaparken en temel motivasyonum nedir? diye. Sanırım işte bu: Sanki bisikletle seyahat ederken arkamdan yaşama sevinci tohumları bırakıyor, minik minik de olsa insanlara ilham veriyorum. Ne yaptığımı duydukları zaman, yapılamayacak sanılan şeylerin aslında yapılabileceğine yeniden inanmak için, veya konfor alanlarından çıkıp uzun zamandır erteledikleri hayalleri gerçekleştirmek için içlerinde bir kıvılcım çaktırdığımı hissediyorum. İşte o zaman ufacık da olsa dünyanın ve hayatın dönüşmesine katkıda bulunduğumu hissetmek beni o kadar mutlu ediyor ki. Sanırım tanrıdam aldığım en güzel iltifat bu…

Bakın yine oldu! Bisiklet turu mucizesi yine gerçekleşti! Bu gece de mutlulukla uyuyabilirim artık…

3.GÜN / BEHRAMKALE-ALİAĞA / 201 km yol - 1.450 mt irtifa

Yine gün ağarmadan kalktım. Diğerlerini uyandırıp çabucak hazırlanıyorum. Bu gezi benim için biraz lüks geçiyor; arabanın bagajını kullanabiliyor olmak her şeyi o kadar değiştiriyor ki. Gerçi yanımda taşıdığım el kadar eşyayla yaşamaya alıştım ama yine de eğer ihtiyacım olursa bagajda gerekli olabilecek her şeyin olduğu fikri o kadar büyük bir özgürlük veriyor ki.. Avustralya’dayken en çok zorlandığım şey de buydu zaten. O anda gerek olmasa bile, ihtiyacım olması durumunda en yakın eczaneye yüzlerce, en yakın bisikletçiye de binlerce kilometre uzaklıkta olmak fikri beni o kadar geriyordu ki. Bir de tabi çantaları optimum şekilde kullanıp, o küçücük hacimlere ihtiyacım olabilecek en çok şeyi doldurabilmek için mümkün olan en iyi şekilde yerleştirip boşaltmam gerekiyordu. Ve bunu yapabilmek için zaten gün ağarmadan kalktığım sabahlarda yarım saat daha erken kalkmak zorundaydım. Oysa şimdi ihtiyacım olabilecek her şey arabanın bagajında duruyor. Şımarıklık bu ya, önceki gün lastiğim patladığında tamir sonrası portatif pompam yerine bagajdan ayak pompasını alıp lastiği şişirirken neredeyse zevkten içim erimişti. İnsanoğlu işte; özgürleşmekten ne kadar mutlu oluyor olsak da, konfora düşmeye de aynı ölçüde hazır olmaktan kurtulamıyoruz. Sanırım kendimizi bulma serüvenimiz ve hatta bütün hayat dansı da bu gerilimden besleniyor. Bir kutupta özgürlük heyecan ve yaşama sevinci diğerinde ise güvenlik, konfor ve sıkıntı… Arada gidip gidip geliyoruz işte !

Bizimkiler hazırlanırken ben de yola düşüyorum. Güneş birazdan doğacak ve batıya doğru yol alacağım için gözüme gözüme gelecek. O yüzden bir an önce Küçükkuyu’ya kadar olan son rampaları, bir de gözüme giren güneş sıkıntısı olmadan bitirmek için pedallara asılıyorum. Gece dinlenmek gerçekten iyi gelmiş. Güneş doğana kadar rampaları birbiri ardına sıralayıp düze iniyorum.

SELAMINI AL

Sabahın ilk ışıklarında yol çok güzel. Bir tarafımda yine zeytin ağaçları, diğerinde deniz. Ortalıkta kimseler yok. O güzel yolda hızla giderken, neredeyse çıt çıkmadığı için nefes alış verişlerim kafamın içinde daha bir yankılanıyor. Hayatın müziği gibi, sanki biraz sonra bedenimi patlatıp özgürlüğüne kavuşacak, ve onunla birlikte ben de havaya karışacağım. O kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam…

Tam iyice uçmak üzereyken solda açık bir bakkal görüyorum. Geçip gideceğim ama önündeki tabelayı görünce durmadan edemiyorum:
“Hiç bir şey almasan da, Bakkaldan selamını al.” yazıyor.
“Girip alayım bari.” diyerek içeri dalınca yaşlı bir teyze ile karşılaşıyorum. Yaşlı ama benden daha dinç görünüyor ve konuşuyor. Dışarıda yeni doğmakta olan ve gözlerimi kamaştıran güneşle çalışıyor sanki…

Bir soda içip, selamını da aldıktan sonra tekrar yola düşüyorum. Az sonra ekip beni yakalıyor. Küçükkuyu’da kahvaltı yapmak üzere anlaşıyoruz. Bir kaç kilometre sonra da yine duble yola bağlanıyorum. Yaklaşık yüz elli kilometredir çekmekte olduğum yeni dökülmüş soğuk asfalt çilesi son bulmuş görünüyor. Sanırım Dikili’ye kadar bu sıcak asfalttan devam edeceğiz. Aslında iyi geldi, hem biraz daha hızlanacağım, hem de artık iyice ağrımaya başlayan bileklerimi biraz dinlendirme şansım olacak.

Küçükkuyu’ya tahmin ettiğimden biraz daha erken varıyorum. Tam “Acaba kahvaltı işini Akçay’a mı ertelesek acaba?” diye düşünürken bizimkileri görüyorum. Deniz kenarında çekim için çok güzel bir yer bulmuşlar. En karizmatik ifademi takınıp hızla yanlarından geçiveriyorum. Sonra da durup; “Oldu mu?” diye soruyorum. Çünkü son iki günde anladık ki; öyle ben turumu yapıp da hiç yardımcı olmazken iyi çekimler yapmak pek mümkün değil. O yüzden önceki akşam konuşurken gerekirse geri dönüp iyi sonuçlar alana kadar çekim noktalarından yeniden geçmeme karar verdik.

Çekim için seçtikleri yer gerçekten de çok güzel. Muhteşem bir deniz manzarası var. Üstelik saat dolayısıyla ışık çok iyi. Alan da geniş olduğu için hem yan ışıkta hem de ters ışıkta çekim yapabiliyoruz. Hal böyle olunca yaklaşık bir yarım saat burada takılıp çekim yapıyoruz. İlk bakışta eğlenceli gibi görünüyor, ama inanın bana hiç de göründüğü gibi değil. Zor ve sıkıcı bir iş…

Neyse, konu mankeni olma lüksümü kullanıp kahvaltı işini Akçay’a erteleterek tekrar yola koyuluyorum. Asfalt kaymak gibi ama yol biraz kalabalık. Araçların gürültüsü biraz sürüşün büyüsünü kaçırıyor ama sağ tarafımdaki göz alabildiğine deniz manzarasıyla durumu dengeleyerek yumuşak bir sürüşün ardından saat on civarında Akçay’a varıyorum.

KORDONDA FALLI SERPME KAHVALTI

Bizimkiler kordonda bir yer bulup yerleşmişler, hatta masayı da donatmışlar. Tam serpme kahvaltı şöleni. Geyikli’deki Zeytin Bahçesi’nden sonra biraz lüks kaçıyor ama zararı yok. Çok açız ve aynen yumuluyoruz…

Biraz fazla kaçırdık galiba. Masadan kalkasımız gelmiyor. Tuvaleti bahane edip kendimi kalkmaya zorluyorum. Tam içeri doğru geçerken yan tarafımdan gizemli bir kadın sesi duyuyorum:
“Geleceğini öğrenmek ister misin ?”
Korkuyla karışık dönerken aklımda cevabım hazır:
“Hayır! Hayat zaten mecburi, geleceğimi öğrenirsem hiç heyecanı da kalmaz!!!”

Ama düşündüğüm gibi kanlı canlı birisi yerine konuşan fal makinası bir manken ile burun buruna gelince ister istemez gülümsüyorum. Ben tuvaletten dönene kadar Evrim de falcı kadını çoktan farketmiş. Bir lira karşılığında olası iyi haberlerin baştan çıkarıcı potansiyelini ona bırakırken, kendi geleceğimi bizzat oluşturmak üzere Karayel’e atlayıp artık Güney’e doğru yola çıkıyorum.

SIRAYLA CANIM SIRAYLA

Güney’e dönmemle birlikte Doğu’dan denize doğru esen sert rüzgarla merhabalaşıyoruz. Rüzgar jeneratörlerine bakılırsa normalde rüzgarın arkamda olması gerekirdi ama haylazlık edeceği tutmuş işte. Aldırmıyorum. İleride düzelir nasıl olsa. Zaten hep şöyle bir şey oluyor; kötü hava şartları veya kötü yol şartları her ne kadar kısa vadede canımı sıksa da uzun vadede iyi olanları ile kendini tazmin ediyor. Yani şimdi önümden esen rüzgar ertesi gün arkama geçip kendisini affettiriyor. Tıpkı hayat gibi. Zorluklar da yeterince bekleyince güzelliklere karışmıyor mu zaten ? E o zaman bütün bu feryat figan niye ki ?!

Böyle düşününce yine keyfim yerine geliyor. Güzel bir tempo tutturup, güneşi de soluma alarak Güney’e doğru akıyorum. Orta hallice bir rampanın tepesinde sağa doğru bir virajı dönerken iniş için hızlanmaya başlıyorum. Tam sıcak asfalt da kaymak gibi düşünürken aniden gitmekte olduğum emniyet şeridinin az ilerimde ortadan ikiye yarılmış olduğunu fark ediyorum…

O hızla ortadaki yarığa girmem havada bir kaç takla atıp ileriye düşmem demek. Sola kırarsam da kaderim arkamdan vızır vızır gelmekte olan araçların altında kalmak olacak. Haliyle bana kalan tek seçeneğe yükleniyor, bir yandan frenlere asılırken, diğer yandan artık yere basmakta olduğum ayaklarımla da fren yapmaya çalışarak kendimi sağ tarafımdaki korkulukların üzerine bırakıyorum.

Bir süre sürüklendikten sonra neyse ki tek parça halinde durabiliyorum. Karayel’in zinciri atmış ve gidonu yamulmuş. Yol bilgisayarım ise kazayı algıladığı için deli gibi sinyal verip duruyor. Otuz saniye içinde durdurmazsam daha önceden belirlediğim kişilere acil yardım mesajı gönderecek. Yarı şokta olmama rağmen sakin kalmaya çalışıp önce bilgisayarı susturuyor, sonra da Karayel’i kontrol etmeye başlıyorum…

Tam o sırada sağ ayağımın hemen yanıbaşında gördüğüm ve hızla artmakta olan kan damlaları dikkatimi çekince kendimi yokluyorum. Ve farkediyorum ki sağ dirseğimden yaralanmışım. Korkuluklara çarpmış olmalıyım. Pek acı hissetmiyorum ama çok fazla kanıyor. Bir şeyler yapıp durdurmam gerek. Hemen ilk yardım çantamı açıp büyükçe bir yara bandı yapıştırıyor, ıslak mendil ile de kolumdaki kanları siliyorum.

Çok şükür kırık çıkık yok. Karayel’i de elden geçirip, zinciri ve gidonu düzelttikten sonra tekrar yola koyulmaya karar veriyorum. Bu şekilde bir süre sürüp duruma bakmaya, idare edebilirsem bir mola noktasına kadar böyle devam etmeye karar veriyorum.

Neyse ki sorun çıkmıyor ve bir kaç kilometre ilerideki benzincide ekip ile buluşuyoruz. Suratları pek asık. Sanırım istedikleri çekimleri yapamamış olmanın sıkıntısı… Ama beni görmeleri ile birlikte sıkıntı yerini endişeye bırakıyor. “Bir şeyim yok, iyiyim.” diyerek yatıştırıyorum. Murat benzinciden aldığı oksijenli su, sargı bezi vs ile yaramı temizleyip sararken Evrim de görev icabı bizi kayda alıyor.

JOKER DONDURMA ÜSTÜNE DUT SUYU

Biraz dinlenirken az ilerimdeki dondurma dolabını fark ediyorum. Tam bir joker bu dondurma denen şey. Sanırım iyi gelmeyeceği hiç bir sıkıntı yok…

Karayel’i de iyice gözden geçirdikten sonra tekrar sürüşe geçiyorum. Ayvalık’ı geçtik, artık hedef Dikili. Orada bir yemek molasından sonra zaten bu uğursuz ve gürültülü sıcak asfalttan kurtulup yeniden tali yollara sapacağız. Yarımadayı dolanan sahil yolunun durumuna bağlı ama sanırım bu akşam Çandarlı’yı buluruz.

Yine rüzgarla oynaşa oynaşa giderken “Buz gibi Dut Suyu” ibaresi iştahımı kabartınca yol kenarında yöresel ürünler satan bir tezgahta duruyorum. Tezgahın sahibi yirmili yaşlarında esmer bir çocuk, adı da Barış. “Nerelisin?” diye sorunca eliyle dağların dibini işaret edip; “Oradaki köydenim.” diyor. Ben soruyorum, o da gururla anlatıyor; dutları kendi yetiştiriyormuş, hem pekmez hem de dut suyu yapıp satıyormuş, hiç katkı maddesi kullanmıyormuş, yetmiyormuş ama olsunmuş…

Peki nasıl geçiniyorsun diye sorunca da devam ediyor; denize de çıkıyormuş, balık, ahtapot avlayıp deniz patlıcanı topluyormuş, lokantalara satıyormuş. “Ekmek parası naapcan” diyor… “Öyle ya, naapcan.” diyerek kederini paylaşıyorum. Endişeleri var ama bunlar şehir insanlarınınki gibi yapay ve depresif türden değil de gerçek yaşam kaygıları gibi. Sanki karşımda kanlı canlı dururken bir yandan endişeyle gölgelenen gözleri, bir yandan da sorunları öğütmek için sabırsızlanırmışçasına çakmak çakmak parlıyor…

“Ellerine sağlık Barış, her şey gönlünce olur inşallah.” diyerek tekrar yola çıkıyorum. Dikili’ye varmam pek uzun sürmüyor. Niyetim bir eczane bulup dirseğimdeki yarayı yolda bana sorun çıkartmayacak şekilde pansuman yaptırmak. Ama eczacı pansuman yapmadıklarını söyleyerek beni sağlık ocağına gönderiyor. Sağlık ocağındaki genç hemşire de: “Bu yara kendiliğinden iyileşmez. dikiş atılması lazım.” diyerek beni devlet hastanesine havale ediyor.

SEVİM HEMŞİRE

Ekibi arayıp buluşmamız gerektiğini söylüyorum. Karayel’i arabaya yükleyip devlet hastanesinin yolunu tutuyoruz. Hastane Dikili’nin tam tepesinde. Neyse ki acil serviste pek sıra yok ve Sevim Hemşire’nin dirseğimdeki yarayı dikmesi çok sürmüyor. Fırsattan istifade Sevim Hemşire’den istihbarat topluyorum. Buralı değilmiş ama çevreyi iyi biliyor. “Sahil yolu inişli çıkışlı ama çok güzel bir yol.” diyor. “Bisiklet ile gidilir mi?” diyorum; koluma bakıp sürüncemede kalınca, “Yani asfalt iyi mi?” diye düzeltiyorum. “Evet fena değil.” diye cevaplayınca yeni rotamız da oluşmuş oluyor. Özellike Bademli’ye uğramamızı söylüyor. Festivallerden dolayı Bademli’yi ben de çok işitmiştim ve merak ediyordum. Hatta her yıl yapılan bir Bisiklet Festivali bile vardı. Bu haberle içime yeni bir heves doluyor. Ekiple anlaşıp Dikili’de yemek molası vermek yerine Bademli’de durmaya karar vererek yola düşüyoruz.

On kilometrelik inişli çıkışlı sahil yolunu almamız bir saate yakın vakit alıyor. kaza ve hastane yüzünden baya zaman yitirmiş olmama rağmen sıcak asfalt sağolsun baya bir yol aldım bugün. Saat daha öğleden sonra dört civarı ama yaklaşık yüz elli kilometre yol yapmışım. Burada yemek yiyip oyalandıktan sonra Çandarlı’ya kadar bir yirmi kilometre daha yolumuz var. Yani dirseğim biraz sızlıyor ama onun dışında her şey yolunda sayılır…

BADEMLİ'DE ÇORUM'LU PİDESİ

Bademli gerçekten çok güzel bir yer. Sessiz sakin, rengarenk köy kahveleri olan harika bir sahil köyü. Festivaller de ayrıca bir hava katmış sanki. Meydandaki pideci o anda ne kadar cazip görünüyor anlatamam. Hemen oturuyoruz. Cam, çerçeve olmamasına rağmen içerisi çok sıcak. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde kenarda duran uçak motoru büyüklüğündeki vantilatörü çalıştırınca biraz kendimize geliyoruz.

Pideleri sipariş ettikten sonra hemen salatalar geliyor. Tabi ki yine mükemmel. Kuzey Ege gezimden en çok hatırlayacağım yemekler herhalde bu salatalar olacak. Tuvalet için kalkıp taş fırının yanından geçerken hiç de buralı gibi görünmeyen, Çorum’lu veya Çankırı’lı olduğuna yemin edebileceğim, ince bıyıklı yağız pide ustasına takılmadan edemiyorum; “En güzel serin yeri de sen kapmışsın, kim bilir nereden geldin buldun burayı!” diyerek. Karşılıklı gülüşüyoruz. Eminim onun da bir gurbet hikayesi var ama benim de mesanemde panik var. Sohbete kalamayıp ayak yolunu tutuyorum.

Pideyi ne ara yedim, nasıl oldu da bitti hiç anlamıyorum. canım daha da istiyor ama önümde sahil boyu uzanan rampalar olduğu için bu pek de iyi bir fikir değil. Nitekim yola çıkınca ne kadar doğru bir iş yaptığımı anlıyorum. Denizköy’ün girişindeki ve Çandarlı’dan hemen önceki yokuşlar gerçekten de dünya standartlarında…

Oflaya puflaya, terleye terleye saat yedi civarında Çandarlı’ya varıyorum. Yolun çoğu bitti. İki buçuk günde baya bir yol aldık. Bir aksilik olmazsa yarın akşam Alsancak’da Topçu’nun meşhur çöp şişlerini mideye indiririz diye düşünüyorum. Ama diğer yandan da hiç denize giremediğimizi düşününce canım sıkılıyor. Ekip de ben de canla başla çalıştık. Yani ufak da olsa bir tatil yapsak fena olmayacak. O yüzden hazır hava kararmamışken yola devam edip Aliağa’ya kadar varırsam, ertesi gün için sadece yarım günlük yolumuz kalacağını ve kalan yarım günde de Foça’da denize girebileceğimizi hesaplayınca devam etmeye karar veriyorum.

Ekip Çandarlı’da kalıp kalacak yer ayarlarken, ben de Alaiağa’ya kadar olan otuz kilometrelik yolu tamamlamak için tekrar Karayel’e binip yola çıkıyorum. İlk on kilometre Doğu’ya doğru giderken baya bir rüzgar yiyorum. Zorluğu bir yana beni yavaşlattığı için karanlığa kalıyorum. Derken tekrar sıcak asfalta çıkıp Güney’e dönüyorum.

KEL BAŞA BEDAVA SAÇ TRAŞI

Biraz dinlenmek ve su içmek için bir benzincide durunca yanıma otuzlu yaşlarında düzgün giyimli birisi yanaşıyor. Daha ne olduğunu anlayamadan; “Sen garibanın halinden anlarsın, bana yardım edersin.” babında bir şeyler söyleyince; “gariban” derken benden mi yoksa kendinden mi bahsettiğini, eğer kendisinden bahsediyorsa benim nasıl göründüğümü merak ediyorum. Yani benzinci lüks arabalar ile doluyken, beni seçmiş olması biraz garibime gidiyor. “Hayırdır?” diye sorunca anlatmaya başlıyor; İzmir’de berbermiş, iki tane manita düşürüp gezmeye çıkarmış, ama buraya gelince mazotu bitmiş, bir yirmi liraya ihtiyacı varmış…”. Ne cevap vereceğimi düşünürken atılıp; “Abi söz İzmir’e gelirsen sana bedava saç tıraşı yaparım.” diyor. Muzırca kaskımı çıkarıp; Bunu mu traş edeceksin?” diyerek kel kafamı gösterince karşılıklı gülüşüyoruz… “Oğlum benzin alacak paran yoksa kızlara ne ısmarlıyorsun?” diye sorunca, “Abi sorma, bütün para onlara gitti zaten!” deyince içimden kıs kıs gülüyorum. Erkek olmak da zor… Yirmi lirayı verip, telefonunu alıyorum. Adı Murat’mış. “Sana söz, İzmir’e bir geldiğimde seni ziyaret edeceğim, sırf bu hikayenin sonunu dinlemek için.” deyince; “Abi muhakkak bekliyorum. Allah senden razı olsun.” diyerek uzaklaşıyor. Ne diyeyim, bunca yürekli ve sevgiye muhtaç gencimizin olduğu ülkemde sıkılmak pek mümkün değil sanki…

Ve saat sekiz buçuk civarında körfezde ışıl ışıl yanan Aliağa’ya varıyorum. Tahmini varış saatimi haber verdiğim Murat da benden iki dakika sonra araba ile geliyor. Karayel’i arabaya yükleyip Çandarlı’ya dönüyoruz.

Hem yaralıyım, hem de yorgun. O yüzden şımarıklık edip kendime güzel bir yemek ısmarlıyorum. Üstüne meyve. Üstüne de dondurma… Oh, benden iyisi yoktur herhalde. Hadi şimdi doğru yatağa…

4.GÜN / ALİAĞA-ALSANCAK / 112 km yol - 1.000 mt irtifa

Bu gün turla karışık keyif günü. Dün yaptığım ekstra sürüş sayesinde kendimize zaman kazandırdığımız için bugün ağırdan alıyoruz. Zaten pek bir yolumuz da kalmadı, o yüzden nispeten geç kalktık. Çandarlı sahilde güzel bir çekim yaptık. Sonra da arabaya binip Aliağa’ya gidiyoruz.

Burası gerçekten de beklediğimizden çok büyük bir ilçe. Hemen anlaşılıyor ki buradaki petrol rafinerisi gündelik hayatı yönlendiren temel varlık. O küçük turistik beldelerden sonra birdenbire bir sanayi kentinin içine düşüvermek biraz şok etkisi yaratıyor. Ama burası diğer sanayi bölgelerine kıyasla nispeten temiz ve düzenli. Özellikle sahilindeki park düzenlemesi çok hoş.

Biraz bakındıktan sonra yan yana duran bir çay ocağı ile pastanenin önüne parkedip, hamur ziyafetine başlıyoruz. Çayla hamur-işi bana hep Leyla ile Mecnun’u, Ferhat ile Şirin’i veya Romeo ile Jülyet’i hatırlatıyor. Ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine…

SON GÜN ZOR GÜN

Saat dokuza doğru artık yola çıkıyorum. Yani önceki günlere göre daha çok uyudum, dinlendim ve yolum daha kısa olduğu için geniş geniş hareket edebiliyorum. Ama içten içe biliyorum ki bugün hiç de kolay olmayacak. Çünkü daha önceki tecrübelerimle sabit, en zor gün genelde en son gün oluyor. Her ne kadar bu turlar bir fiziki mücadele gibi görünse de aslında bir zihin oyunu. Konsantrasyonun en azladığı zaman da son gün oluyor ve hele ki yol da kısa ise bir türlü geçmek bilmiyor. bakalım bu gün nasıl olacak…

Aliağa’nın hemen çıkışında yol tek kelimeyle berbat. Sanayi bölgesi olduğu için hem inanılmaz bir kamyon trafiği var, hem de o kamyonlar yüzünden yollar mahvolmuş. Rafineri, liman ve sanayii bölgesinden çıkana kadar baya bir cebelleşiyorum ama bu sırada “çevreci bisiklet” ile “sanayi” ortamının kontrastında çok güzel çekimler yapıyoruz.

Yenifoça’ya varmamla birlikte manzara da değişiyor. Yeniden o Ege kıyıları görüntüsüne kavuşuyoruz. Yenifoça’dan sonra Foça’ya gidebileceğim iki yol var; biri içeriden, diğeri de deniz kıyısından. Zor olduğunu tahmin etmeme rağmen sahil yolunu tercih ediyorum; “Her zaman tura çıkmıyoruz ya!”…

Tam da tahmin ettiğim gibi oluyor. Rampalar gerçekten zorlu. Üstelik tam da öğlen vakti ve gölgesine sığınılacak pek fazla ağaç yok. Ama ne gelen var ne giden, ve manzaralar da gerçekten muhteşem. Yine durup durup fotoğraf çekmekten bir türlü yol alamıyorum.

Epey mücadeleden sonra son rampayı da aşıp Foça’ya doğru inişe geçiyorum. Bizimkiler de benden önce gelmiş kavşakta beni bekliyorlar. Arabayı park edip, eski taş evlerin arasından kasabanın merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Sokaklar ve evler o kadar güzel ki, Murat kendisini tutamayıp kiralık ilanı olan bir yer için emlakçıyla görüşüyor. Tabi fiyatları duyunca da…

SEFERİHİSAR-URLA-FOÇA

Okullar açılmış olmasına rağmen her yer oldukça kalabalık. Peki tatilde nasıl oluyor acaba diye düşünmeden edemiyorum. Bir zamanlar İzmir’li bir arkadaşım anlatmıştı; “İzmirlilerin tatil yeri Seferihisar, Urla ve Foça’dır.” demişti. Zenginleri Urla’ya, Güneydekiler Seferihisar’a, Kuzeydekiler de Foça’ya giderler demişti. Şimdi ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. İstanbul’un Şile’sini andırır tarzda, hem tatil yeri hem de büyükşehir havasında bir yer Foça. Ama bu durumu güzelliğinden bir şey kaybettirmiyor…

Merkezde yan yana dizilmiş balık lokantalarını görünce kahvaltıdan vazgeçip, balık yemeye karar veriyoruz. Zaten vakit de epey ilerledi.

Ne kadar da doğru karar vermişiz. Tavada kızarmış mezgit paneler de, yanında gelen patates kızartması da nefis. Ve tabi ki salatayı da unutmamak lazım. Yine midelerimiz bayram ediyor…

DENİZ SEFASI

Yemeğin üstüne bir de dondurma. Onu üstüne bir de denize giriyorum. Ve artık iyice azalmış olan konsantrasyonumu tamamen kaybediyorum. Önümdeki son elli kilometre çok zor geçecek, bundan adım gibi eminim.

Kendimi zorlayarak yola çıkmam bir saati buluyor. Bikemap’ten kontrol ettim, Foça’nın çıkışında iyi bir rampa beni bekliyor. Sanırım en zoru bu olacak. Ama yapacak bir şey yok. Kendimi zorlaya zorlaya tırmanmaya başlıyorum. Maalesef yaprak da oynamıyor. Bir metre, bir metre daha, bir metre daha derken rampa giderek erimeye başlıyor. Zaten en zoru her zaman en başı. Yolun üçte birini aldığın zaman kalan üçte ikisi kendiliğinden geçiyor. Ve yine böyle oluyor. Epey sürüyor ama sonunda tepeye ulaşıyorum. Önümde göz alabildiğine bir ova, ilerisinde de Menemen ilçesi uzanıyor.

Tepedeki bir Çınar ağacının gölgesinde su molası verdikten sonra kendimi aşağıya doğru bırakıveriyorum. Bundan sonrası artık formalite sayılır. İniş gerçekten de harika oluyor. Terden sırılsıklam olmuş tişörtüme çarpan rüzgarla kendimi birdenbire çölden sonra kuzey kutbuna gelmiş gibi hissediyorum. Hiç bitmesin istiyorum, ama yağma yok tabi ki her güzel şey gibi bu da bitiyor.

Üstelik “Bundan sonrası artık formalite sayılır.” derken hesaba katmadığım bir gerçeği, uzun süre doğuya doğru yol alacağım gerçeğini hatırlatmak istercesine, aşağı iner inmez güçlü bir kafa rüzgarı ile karşılanıyorum.

Yol dümdüz ama bir türlü gidemiyorum. Üstüne üstlük iki şeritli yol çok dar ve kalabalık. Bütün keyfim kaçıyor. Çareyi kendi kendime şarkı söylemekte buluyorum. Hatta iyice sıyırıp kendi kendime konuşmaya başlıyorum. Rüzgar bir yandan, trafik bir yandan, üstelik yavaştan şehir hayatı emareleri de belirmeye başladı. Yani bu yol başka türlü bitecek gibi değil…

DEDİKODU

Tam kendimle halvet olmuşken bir kavşakta yine bir Dut Suyu İstasyonu görünce, geçen seferkinden tadı damağımda kaldığı için hemen duruyorum.
“Selam Aleyküm.”
“Aleyküm Selam.”
İlk bardağın ardından klasik muhabbet başlıyor; “Nereden gelirsin, nereye gidersin, bisikletle mi, hadi canım, vs, vs…”
Kemal amca altmış bir yaşında. O da benim gibi yerinde duramayanlardan. Yakınlarda bir köyden. Emekli olunca evde sıkılmış, gelip bu tezgahı kurmuş. “Nasıl sizin oralarda geçim.” diyorum. “Nasıl olacak, çalışan geçiniyor, çalışmayan da ağlıyor.” diyor. Gülümsüyorum. “Bütün gün kahvede oturuyorlar. Ne yaparsın bütün gün kahvede oturursan?” deyip iri iri açtığı gözleriyle bana bakınca; “Dedikodu” diye cevaplıyorum. “Hay ağzına sağlık.” deyince karşılıklı gülüşüyoruz. Sohbet de iyi dut suyu da, iki bardak daha içiyor, hızımı alamayıp mataralarımdan birisini de dut suyu ile dolduruyorum. Ardından Kemal amcam beni Allah’a emanet ederek uğurluyor.

Çiğli’ye vardım, artık resmen İzmir’de sayılırız. Şehir merkezine giden anayolun kenarında epeyce uzun bir bisiklet yolu var ama kullanılmadığından olsa gerek bütün yolu dikenler kaplamış, yazık…

Bir müddet daha trafiğin içinde devam ettikten sonra ilk fırsatta Karşıyaka’ya doğru ara sokaklara dalıp, kendimi sahilden Alsancak’a kadar giden bisiklet yoluna zor atıyorum. Burası da çok rüzgarlı. Denizde dalgalar neredeyse adam boyu ve köpük köpük sahili dövüyorlar. Ama olsun, trafikte sürmekten bin kat daha iyi…

Son kilometreler de yavaş yavaş eriyor ve sonunda akşam saat beş gibi Alsancak’a varıyorum. Biraz yoruldum ama tur tahmin ettiğimizden daha kısa sürdü. O yüzden ertesi günü de Murat’ın Gerence’deki yazlığında geçirmeye karar verip doğruca gezinin başından beri hayallerimi süslemekte olan “Topçu” lokantasına yollanıyoruz.

TOPÇU'NUN ÇÖP ŞİŞLERİ

Yine hayatımın en güzel anlarından birisini daha yaşıyorum. Budur. Yorgun ama mutluyum. Az sonra da Topçu’nun çöp şişlerini mideye indirmek için sabırsızlanıyorum… Ve tabi ki yine her turun sonunda olduğu gibi “Bitmiş” olmasının verdiği bir hüzün var. Ama bu işte böyle bir oyun. Aslında hayat böyle bir oyun: ne çaba olmadan mutluluk oluyor, ne de ne kadar çabalarsan çabala mutluluğun sonsuza dek sürüyor. Çok şükür ki kendimi harekete geçirip; “Hadi” diyebildiğim sürece ona ulaşmamak için bir sebep yok…

Her neyse, uzun lafın kısası; yine normal hayatta dört yılda yaşayabileceğim tüm duyguları dört günde yaşadım.. Ve yine, acısıyla tatlısıyla asla unutamayacağım, beni geliştiren, düşüncelerimi dönüştüren, hayatla aramdaki bağları daha da sıkılaştıran bir gezi oldu.

Sırada ne mi var ?

E o da sürpriz olsun bakalım. Kalın sağlıcakla :)

Kartal Kendirci
İstanbul, Eylül 2019.

Stacks Image 2740